Sevda Yüksel: “İyi öyküler okundukça çoğalır”

14 Ekim 2025
Söyleşi: ZEYNEP MUTLU

“Hiç Olmazsa Yolumu Gözleyen İki Kedim Var”adlı öykü kitabı Temmuz 2025’te Bizim Çağ Kitaplığı etiketiyle okurla buluşan Sevda Yüksel’le öykü üzerine konuştuk.

Öyküyle nasıl tanıştınız diye başlayalım mı? Belleğinizde kalan ilk öyküler hangileridir?

Ders kitaplarıyla tanıştım.1970’li yıllarda çocuk kitapları, çocuk öyküleri diye yaygın bir ayrım henüz yoktu. Belleğimde o yıllardan kalan öyküler arıyorum. İki öykü öne çıkıyor: Kaşağı ve Son Kuşlar. Aslında ikisi de çocuklar için kaleme alınmış öyküler değil ama sağlam öyküler. Bizim böyle bir şansımız oldu. Bunu şans olarak görüyorum. Okuduğumuz kitaplar, bugün de nitelikli kabul ettiğimiz, edebiyat dünyamızda kendilerine sağlam bir yer edinmiş kitaplardı. Ben ortaokul ve lise yıllarımda elime ne geçerse okudum.

Elime geçenler; Orhan Kemal, Hüseyin Rahmi Gürpınar (En sevdiğim yazardı. Kitaplarının ardına özellikle düşerdim), Reşat Nuri Güntekin (O da kitaplarının ardına özellikle düştüğüm bir yazardı). Halide Edip Adıvar (Lisede yıl başlarında armağan çekilişi yapardık sınıfça. Bir arkadaşım bana onun Son Eseri’ni armağan etmişti. Hâlâ kitaplığımdadır), Fakir Baykurt (Can Parası’nı evlerinde bizim çevremizdeki evlerde pek rastlanmayan belki de bana o zaman öyle gelen bir kütüphanesi olan bir arkadaştan almıştım), Yaşar Kemal (İnce Memed’i üye olduğum halk kütüphanesinden alıp okumuştum)…

Uzatmayayım, dolayısıyla okuduğum bu yazarların bende iyi bir altyapı oluşturduğunu düşünüyorum. Bugün ortaokula ve liseye giden, okumaya yeni başlayan / okuma alışkanlığını yeni kazanan çocukların nitelikli kitaplarla karşılaşma şansı nedir diye sorulabilir mi? Elbette şimdi de çok nitelikli yazarlarımız, iyi kitaplarımız var ama bir o kadar da yazınsal değerden yoksun kitap dolaşıyor ortalıkta. Üniversite yıllarımdan söz etmeye gerek görmüyorum. Sonuçta Türk Dili ve Edebiyatı eğitimi aldım.

Okuduklarınız size öyküye ilişkin neler söyledi? Öykünün ne olup olmadığı üzerine neler söylenebilir?

Kendi adıma “öykü”nün ne olduğunu okuya okuya öğrendiğimi söyleyebilirim. Lisenin son yıllarında, üniversitenin ilk yıllarında (16-18 yaşlarımda) yazdığım öyküler, öykünün ögeleri yerli yerinde mi diye klasik bir gözle bakarsak şu an da söyleyebilirim ki iyi. Konu seçimleri, işleyiş, uslûp ise elbette çok yetersiz. Yıllardır (öğretmenlik yıllarımda) o kadar çok öykü tanımları yaptık, yazınsal bir tür olarak öykü vs. dedik ki ben artık tanımları sevmiyorum. Öyküyü “yaşayan bir varlık” olarak görüyorum. O da bizimle / dünyayla birlikte değişiyor. (Bugün Ömer Seyfettin tarzı öyküler rağbet görmüyor örneğin. Yerine ne koyduğumuz tartışılabilir elbette.) Aranması gereken en önemli özellik “yazınsal bir değer” taşıyıp taşımaması. Yazınsal değeri ne belirliyor dersek bildiğiniz üzere dil ve anlatımı (üslûp), konuyu ele alış biçimi, işleyişi, özgünlüğü… diye sıralanabilir.

Çocukluğumuzdan bugüne öykünün hayatımızdaki yeri üzerine neler söyleyebiliriz?

Bu soruyu öykülerin değil de kitapların hayatımdaki yeri diye yanıtlayabilirim. Montaigne’nin bir sözü vardır, ondan ödünç alırsam beni kitaplar yarattı. Benim duygusal ve düşünsel dünyamda, benim ben olmamda en büyük pay kitaplarındır. Hayatımda kitapların yer almadığı hiçbir dönem olmadı. Olması da söz konusu değil. Vazgeçilmezdir.

Hem yetişkinler hem de çocuklar için kaleme alınmış pek çok öykünüz var. Yazmaya öyküyle mi başladınız? Öykünün sizin için öncelikli olduğunu söyleyebilir miyiz?

Evet, öyküyle başladım. Yayımlanan ilk kitabım yetişkinler için kaleme alınmış bir öykü kitabıydı. Belki çoğu insan da ya şiirle ya öyküyle başlar. Ben hiç şiir yazmadım. Öykü, uzun soluklu bir çalışma olmadığı için hayatın koşuşturması içinde (Hep yazmanın dışında başka sorumluluklarımız olduğu düşünülürse) sanki bana daha denk düştü. Ancak bu, yanlış bir algı. Öykü yazmak, kısa olduğu için uzun soluklu roman yazmaktan daha kolay değil. İyi bir öykü de yıllarca kafanızı meşgul edebilir. Benim bilgisayarım üzerinde çalışılmayı bekleyen öykülerle dolu. Öykü ya da roman diye bir önceliğim yok sanırım. Bütün olarak yazmayı seviyorum.

Çocuklar ya da yetişkinler için öykü yazmak hangi yönleriyle ayrılır ya da buluşur?

Bir yapıtı çocuk yapıtı kılan en önemli özellik dünyaya çocuğun gözünden bakabilmek ve çocuğun diliyle anlatabilmektir. İşin teknik yanına bakarsanız birbirinden çok farklı değil.

Bir öykünün nasıl ortaya çıktığından söz edelim. Sizin için nasıl bir süreç bu?

Hepimiz gibi ben de kişisel / ülkesel / dünyasal vs. sorunlarla boğuşuyorum. Onları bir yana koyarsak kafam kitaplarla, yazmakla dolu. Okuduklarım, kurguladıklarım, yazdıklarım… Ben öyle mutlu oluyorum. Öyle var olabiliyorum. Dolayısıyla öykü nasıl ortaya çıkıyor diye bir farkındalık bilmiyorum. Onlar kafamda duruyor, zamanı gelince de yazılıyor. Bu konuda asla aceleci değilim. Çok beklerim. Yazdıklarım üzerinde uzun uzun çalışırım. Yazdım, bitti demek benim için zor.

Okur açısından yaklaşacak olursak “iyi bir öykü okuru olmak” diye bir ölçümüz var mı? Öykü nasıl okunmalı ya da okunmamalı? Öncesinde okur öyküye daha mesafeli dururken şimdilerde öykünün öne geçtiğini söyleyebilir miyiz?

Öykü okumak zordur. Okurdan daha çok çaba ister. Diyelim, beş sayfalık bir öykü var önümüzde. O beş sayfanın içinde bir dünya kurmanız gerekiyor. 200-300 sayfalık bir roman okuruna o dünyayı kurmak için hem zaman tanıyor hem daha çok malzeme veriyor. Bir öykü kitabında on öykü varsa bu on ayrı dünya demek. Okuyup geçmekten söz etmiyorum ama. Önümüzdeki iyi bir öyküyse o okuruna kendini birkaç kere / çok kere okutur. Ben sözgelimi Sait Faik’in “Öyle Bir Hikâyesi”ni kaç kere okuduğumu bilmiyorum. Bundan sonra da okuyacağımı biliyorum. İyi öyküler okundukça çoğalır.

Ben “iyi okur” olma konusunda sorunumuz olduğunu düşünüyorum. “İyi okur” olmak üzerine kafa yormalıyız. Geçende bir arkadaşla konuşuyorduk. Bana ayda kırk kitap okuduğunu söyledi. Bu, nasıl mümkün olur, bilmiyorum. İyi okurlar, iyi kitapları okuyup geçemez. Dünyamıza o kitabın eklenmesi gerekir. Ben gecenin bir yarısı dolmuşa atlayıp Atikali’ye giden Sait Faik’le / kahramanla kafamın içinde zaman zaman karşılaşırım.

Başkalarını bilemem, benim için öykü öbür türlerin önüne geçmedi. Yazınsal değeri olan yapıttır öncelikli olan.

Öykünün önce size, sonra okurlarınıza neler kattığını düşünüyorsunuz? Öykü bize ne sunar, ne katar?

Herkesin dünyasına kattıkları farklıdır. Dünyamızın sınırları içinde hareket ediyoruz, duyuyoruz, düşünüyoruz sonuçta.

Öykü, genel olarak yaşamın bütününü değil de seçilmiş bir bölümünü okuruna sunduğu için ayrıntılara karşı duyarlılığımızı artırıyor diye düşünülebilir. Sözgelimi farkında bile olmadığımız dalgın gözlerle denizi izleyen bir adamın (insanlar içinde bir insanın) dünyasına bir kapı aralar. Girdiğimiz o dünyada daha yakından gördüğümüz insanı daha iyi anlarız, oradan insan yanımız güçlenerek çıkarız.

Gözümüzden kaçabilecek olanları yakalamamıza aracılık edebilir. İnsan yanımıza daha güçlü dokunabilir. Bize yaşama dayanma gücü verebilir. Edebiyat, bu nedenle önemli değil mi?

Sözü artık Hiç Olmazsa Yolumu Gözleyen İki Kedim Var’a getirelim mi? Öykülerinizin odağında kadının dünyasının olduğunu görüyoruz. Miray’ı saymasak (Pembe Miray) pek de mutlu kadınlar değil onlar. Kadının dünyası mutluluğun öne geçemediği bir dünya mı?

Bu, doğru bir belirleme olmaz. Sürekli mutluluk var mıdır? Yaşam sorunlarla, engellerle akıp giden bir yol. Payımıza sık sık mücadele etmek düşüyor. Buna hazır olmak ve mücadeleden kaçmamak gerekiyor. Öykülerimiz o mücadelenin içinde biçimleniyor. İnsanoğlu / kızı yakınmayı seviyor. Yakınmak anlık rahatlık sunuyor ona ancak sorunu çözüyor mu? Ben kadını mücadele noktasında yakalamak istedim. Sonu şöyle ya da böyle olabilir. “Boyun eğmedim, emek verdim, çabaladım” demek değerlidir. Dünya / hayat kadına güçlü olmayı dayatıyor.

Yolumuz öykülerle aydınlansın diyerek söyleşimizi bitirmek istiyorum. Zaman ayırdığınız için teşekkür ediyorum.

Keyifli bir söyleşi oldu benim için. Emeğinize sağlık.


14 Ekim 2025’te parşömenfanzin.com‘da yayımlanmıştır.