Sevda Müjgan Yüksel: “Okumak ve Gezmek, Kol Kola Girip Bizleri Arkalarına Taksın.”

10 Ocak 2025
Söyleşi: Aygül Aydoğdu

Aygül Aydoğdu
Sevda Müjgan Yüksel

Aygül Aydoğdu: Montreal’de Yaz Tatili üzerine konuşmaya başlamadan önce çocuk edebiyatı ile ilgili çalışmalarınızı bildiğim için bu alanda birkaç soru sormak isterim. Türkiye’de çocuk edebiyatı Tanzimat’ın ilanıyla ortaya çıkmış, Cumhuriyet’in ilanından sonra gelişmeye başlamış ve 1979 yılının Dünya Çocuk Yılı ilan edilmesiyle okur ve yazarların bu alana ilgisi daha da artmıştır. Ülkemizde çocuk edebiyatının geç ortaya çıkması oldukça derin ve köklü bir değişim yaşayan toplumumuzun gelişimini nasıl etkilemiştir sizce?

Sevda Müjgan Yüksel: Çok da uzak olmayan bir geçmişte “Çocuk edebiyatı var mıdır, yok mudur?” diye tartışmaların sürdüğünü anımsıyorsunuzdur. Bunun arkasında “Çocuk kimdir?” sorusuna verilen yanıtın yetersizliği yatmaktadır. Çocuğun duygularının, düşüncelerinin, yaşama bakışının… biz yetişkinlerden farklı olması doğal değil mi? Bunları göz ardı etmek,  çocuğu eksik bırakmaktır. Bizim eksik bıraktığımızı yaşam tamamlar. Ama nasıl? Ben çocukluk yıllarımda Kemalettin Tuğcu’yu saymazsak (Böyle söyleyerek KemalettinTuğcu’yu görmezden geldiğim sonucu çıksın istemem ama hayatım boyunca “Bir kitap okudum. Bir ağladım, bir ağladım…. Çok güzeldi,” anlayışını sevmedim.)  çocuk kitabı bilmiyorum. Ortaokula giderken “Kelebek” romanını okuduğumu anımsıyorum mesela. Okudum da ne anladım, ne aldım o kitaptan? Bana yaşama ilişkin ne söyledi ya da ben söylediklerini anlayabildim mi? Edebiyatın gücüne inanırım ben. Nitelikli, güçlü yazınsal yapıtların toplumun ileriye gitmesinde önemli bir yeri olduğunu düşünürüm. Muzaffer İzgü’yü anarak söylersek çocuk okuru olmayan bir toplumun yetişkin okuru da olmayacağına göre “çocuk edebiyatı” üzerine özenle, dikkatle eğilmemiz gereken bir edebiyattır.      

A. Aydoğdu: Raflarda yetişkinlere yönelik kitaplardan çok çocuk ve ilk gençlik kitapları var. Bunların azımsanmayacak kadarının yazınsal niteliklerden uzak, çok özensiz metinler olduğunu söyleyebilirim. Çocuk edebiyatı özenle büyütülmeye değer görülmeyen ‘çocuk edebiyat’  olarak mı algılanıyor? Nedir çocuk edebiyatı, çocuk edebiyatından beklentimiz ne olmalı sizce?

S. M. Yüksel: Sözünü ettiğiniz durum, çocuk edebiyatının en önemli sorunlarından biridir. Çocuklarını ya da öğrencilerini kitaplarla buluşturmak isteyen ebeveynler ve öğretmenler, kitapsever çocuklar ve gençler dikkatleri çocuk edebiyatı üzerine çekiyor. Bu elbette sevindirici bir durum ancak onlara sunulan kitapların niteliği durup düşünülmesi gereken bir nokta. Ticari kaygılar ve beklentiler nitelikli kitaplarla okurların arasına girebiliyor. Çocuk edebiyatının  öncelikle çocuklara edebiyatı ve kitabı sevdirmesi gerektiğine inanıyorum. Çocuk; kendi dünyasını bulduğu, kahramanlarıyla buluşabildiği, içine girdiğinde eğlenebildiği kitapları sever ancak bunlar kadar kitabın dil ve anlatımının yazınsal bir değer taşıması da önemlidir. Okumak; düşünmek, sorgulamak, duygulanmak, düş kurmak, hoşça zaman geçirmek,  sözün kısası kitapların dünyasında yaşamak demektir. Çocuk edebiyatından beklentimiz de bunlar olmalıdır.    

A. Aydoğdu:Yeni kitabınız Montreal’de Yaz Tatili; çoklu bakış açısı, zengin ve dikkat çekici odak noktaları, kahramanlarının yaş ve kültürel çeşitliliği, konusunun kapsayıcılığı, kurgusunun farklılığı ile her yaşın keyifle okuyabileceği bir kitap. Kitapla birlikte Kanada’da Montreal ve Ottowa’yı adım adım geziyoruz. Bir ulusun kültürel varlıklarını, sosyal yaşamını, değerlerini, tarihini, yemeklerini oldukça ayrıntılı bir şekilde öğrendiğimiz gibi başka uluslarla ilgili de bilgiler ediniyoruz. Ben   bir yetişkin olarak yazınsal doyumun yanında gerçekten çok ilginç bilgiler de edindim. Merak ediyorum, bu kitap nasıl yazıldı, nasıl ortaya çıktı? 

S. M. Yüksel: Üniversitede bir arkadaşım bana “Kitapların dünyasından çık artık,” derdi. Doğruydu, benim yaşamayı en çok sevdiğim dünya kitapların dünyasıydı. Zamanla kitapların dünyasında okur olmanın yanı sıra yazar olarak da yaşamaya başladım. Üç yıla yakın yaşadığım ve çok sevdiğim Montreal’i sonrasında kahramanlarım olacak Defne’yle, Candan’la, Burcu’yla gezmeye, onlarla yaşamaya başladım. Kimi zaman bir turist gibi sokaklarda gezdik, eğlendik; kimi zaman yerli halkın geçmişten bugüne neler yaşadığına kafa yorduk, kendimizi onların yerine koyduk; kimi zamansa insanlarının arasına karıştık, dinlerimiz, dillerimiz, milliyetlerimiz farklı olsa da hepimizin ortak sevinçler, kaygılar, üzüntülerde birleştiğini, birbirimize gereksinimimiz olduğunu gördük. Sevgili Kaju da bize kedilerin dünyasının kapılarını açtı, onun evinin büyük kedisi olmayı kabullendik. Ben kitabı yazarken çok mutluydum, dilerim okuyanlar da aynı mutluluğu duyar.

A. Aydoğdu: Bu yolculukta Defne ile annesi Candan’ın can yakan acılarının biraz da olsa hafiflediğini, kırılgan ilişkilerinin onarıldığını, her ikisinin hem birbirlerine hem de kendilerine yakınlaştıklarını, kendilerini daha iyi tanımaya başladıklarını görüyoruz. Ne dersiniz yollar ve yolculuklar sağaltır mı?

S. M. Yüksel:Konfor alanlarımız, zamanla hapishanelerimize de dönüşebilir. Biz o hapishanenin duvarları arasında yaşama sevincimizi yitirebiliriz. Ben uzun zaman yaşadığım kentin sınırları dışına çıkmazsam öyle hissetmeye başlarım. Bu soğuk kış günlerinde, sabah ayazında hiç bilmediğim bir kentin otogarına inmişim. Bir çay, sıcak bir simit… Kentin olağan canlılığına kavuşmasını gözüme kestirdiğim ilk kafeteryada, belki bir çay ocağında beklerken kesin bir kedi yanıma sokulur. Kentin sunacağı öykülerin ardında içimde bir sevinç yükselmeye başladı bile. “Ne güzeldir yollarda olmak…” 

A. Aydoğdu:Kitabınızın “Jacques Cartier Köprüsü” (s.165-166) adlı bölümünde keşiflere farklı bir açıdan bakıyor ve keşiflerin emperyalist yönlerine işaret ediyorsunuz. Bu işaretle her yolculuğun insanı sağaltmadığının hatta büyük acılara neden olabileceğinin de ayırdına varılmasını mı istediniz? 

S. M. Yüksel:Jacques Cartier, yolculuğa çıkmadı ki patronunun ona verdiği görevi yerine getirdi. Patronunun servetini artıracak “keşiflere” gereksinimi vardı. Onunki ticari bir keşif gezisiydi. 1534 yılında ayak bastığı topraklara bir haç dikerek I. Francis adına orada hak iddia etti. 15. yüzyılın sonlarından başlayarak Fransız ve İngiliz kaşifler, günümüz Kanada’sını oluşturan Kuzey Amerika’nın çeşitli yerlerinde boy gösterdi, o topraklarda binlerce yıldır yaşayan yerli halklarla savaştı, onları kolonileştirdi. Yalnızca yerli halka değil, doğaya da zarar verdiler. Sömürge dönemlerinde kürk ticareti büyük bir öneme sahipti. Sözgelimi o yıllarda hemen hemen bütün orman nehirlerinde yaşayan kunduzları  (Kürkleri çok değerlidir.) avlayarak popülasyonlarını tehlikeye düşürdüler, doğal ekosistemi de bozdular. Kuzey Amerika’daki kunduz popülasyonunun toparlanması kimi bölgelerde yüzyıllar alacak, kimi bölgelerde ise artık iyileşmeyek. 1975’te Kanada, kunduzu ulusal hayvanı ilan etti. Oysa biliriz ki iş işten geçmeden ne yapılacaksa yapılmalıdır.

A. Aydoğdu: Keşiflerin emperyalist amaçlarından söz etmişken kitabınızın en can yakıcı ve en önemli odağının yerli halkın iç acıtan öyküsü olduğunu belirtmek gerekir elbette. Kanada’da yerli halkın izlerini sürmüş biri olarak bu öyküyü sizden öğrenebilir miyiz?

S. M. Yüksel:Bugün Kanada diye adlandırılan toprakların tarihi binlerce yıl öncesine uzanıyor. Avrupalılardan önce o topraklarda yaşayan yerli halkların bir kısmı yok olup gitti. Daha birkaç yıl önce Kanada’da kilise okullarının bahçelerine gömülen yerli çocukların varlığı ortaya çıktı. Çok küçük yaşlarda ailelerinden zorla alınarak kilise okullarında okumaya zorlanan o çocukların bir kısmının hayatta kalmayı başaramadığı kanıtlandı. Kitabımızda yerli halkın hikayesi Defne’yi etkiliyor. Topraklarınız, inançlarınız, diliniz, aileniz elinizden alındığında nasıl hayatta kalacaksınız? Kaldığınız hayat ne kadar sizin hayatınız olacaktır? Öyle olagelse de gönlümüz, tarihin tekerrürden ibaret olmamasını diliyor.

A. Aydoğdu: Futbol oynayan Burcu teyze, topun ardında koşturmayı seven Defne, Senato binasındaki The Famous Five heykelleri; birçok alanda karşımıza çıkan cinsiyet ayrımcılığını işaret ediyor. Kitabınızda bu konuyu neden odaklarınızdan biri yapma gereği duydunuz? 

S. M. Yüksel:Cinsiyet ayrımcımcılığı, yeri geldiğinde övündüğümüz 21. yüzyılda ne yazık ki hâlâ bir sorun olarak karşımızda duruyor. Bu ayrımcılığa elbette kadın erkek birlikte karşı durmamız gerekir ancak kadınlar olarak ne kadar bilinçli olursak o kadar güçlü olacağımızı da unutmamalıyız. Kitabımızın ana kahramanı12 yaşında bir kız çocuğu olduğuna göre onun gözünden baktığımız bir dünyada, bu ayrımcılığa yer olmamasını dilemek de yazar olarak benim boynumun borcuydu. 

A. Aydoğdu: Yukarıdaki soruyla ilintili olarak Defne’nin Külkedisi’nin ayakkabılarını saklayarak masalın sonunu değiştirip Külkedisini (ya da prenses Diana’yı) prensten kurtarma düşüncesi çok ilginç geldi bana. Bu küçük oyunla özellikle kadınlar açısından masallarla gerçekliğin karşıtlığını mı vurgulamak istediniz?

S. M. Yüksel:Bizler masalların dünyasında prenslerini bekleyen prensesler olmaya özendirilerek yetiştirildik. Bizim (belki de) geç farkına vardığımız o masalların değişmesi gerektiği gerçeğine günümüzde pek çok insan artık ulaşmış durumda. (Yine de umarım öyledir demekten kendimi alamayacağım.) Kadınlar “Biz başımızın çaresine bakarız!” diye şöyle bir ayağa kalksak, kendimize güvensek, prensleri de prensesleri de dünyamızdan kovsak fena mı olur?  

A. Aydoğdu
: Defne’nin dünyası; insanları, hayvanların, bitkilerin, canlı cansız tüm varlıkların hatta yiyeceklerin, alevlerin bile konuştuğu, derdini anlattığı, hakkını savunduğu, duygu ve düşüncelerini dile getirdiği; çok sesli, çok katılımlı, çok eşitlikçi bir dünya. Bu bir çocuğun dünyası olmakla birlikte yetişkinlerin de örnekleyebileceği, olması gereken bir dünya mı sizce?

S. M. Yüksel:Elbette. Buna nasıl karşı çıkabilirim ki? Çok sesli, çok katılımlı, eşitlikçi bir dünya… 

A. Aydoğdu: Kitabın işaret ettiği en önemli noktalarından biri de sesini duyuramayan yorgun dünya, çevre kirliliği, küresel ısınma, bazı hayvanların nesillerinin tükenmeye yüz tutması. Bütün bunların yanında sirk gösterilerinde hayvanların kullanılmaması, evcil olmayan hayvanların sokaklarda özgürce dolaşabilmesi, Montreal’de hiçbir gökdelenin Royal Dağı’nı geçmesine izin verilmemesi gibi her yerde olması gereken umut verici gelişmeler de var. Kitapların gençlere ve çocuklara çevre sorunlarına duyarlılık ve çözüm üretme konusunda nasıl bir yararı olabilir sizce?

S. M. Yüksel:Çevre sorunları, kuşkusuz hiçbir insanın görmezden gelemeyeceği sorunlardır. Onlara karşı duyarlı olmak ve çözümler üretmek zorundayız. Başka bir dünyamız yok. Bu bilince ne kadar erken erişilirse dünyamız için umut o kadar artacaktır. Ancak bu konuda asıl sorumluluğun bizi yönetenlerde/dünyayı biçimlendirenlerde olduğunu unutmamak gerekir. Bireysel olarak elimizden geleni elbette yapalım ama çevre sorunlarının asıl sorumlularını harekete geçirmek zorunda olduğumuzu, el ele vermemiz gerektiğini de unutmayalım. Kitapların da bu konuda uyarıcı bir rolü olması dileğimizdir. Umarım yerine ulaşır. 

A. Aydoğdu: Kitabınızda en azından bizim kuşağın sayfalarca kompozisyon yazdığı süreğen bir soru da yanıtını buluyor. “Çok gezen mi bilir, çok okuyan mı?” Defne’nin yanıtı gezenlerden yana, Siz de Defne’ye katılıyor musunuz?

S. M. Yüksel:Ben çoğu insan gibi gezmeyi çok severim. Sevdiğim kadar çok gezebildim mi/gezebiliyor muyum? Pek değil. İnsanların bir kısmı gibi okumayı da çok severim. Çok okuyabildim mi/okuyabiliyor muyum? Evet. Çok biliyor muyum? Hep öğreniyorum, diyelim. Defne, ne yazık ki kitapta karşımıza okumayı çok seven bir kahraman olarak çıkmıyor ancak Montreal tatili onda okumakla gezmeyi yan yana koyması yönünde bir farkındalık yaratıyor. Olanağımız varsa bizde ikisini yan yana koyalım, derim. Okumak ve gezmek, kol kola girip bizleri arkalarına taksın.   

A. Aydoğdu: Defne’nin evcil hayvan deneyimi olmamasına karşın Kaju’yu benimsemesi, onun  her anlamda bakımını üstlenmesi bu gezide edindiği diğer kazanımlarla birlikte  çok değerli bir kazanım bence. Hayvanların özellikle çocukları olumlu yönde değiştirdiğini düşünüyorum. Bu konuda siz ne dersiniz?

S. M. Yüksel:Defne’yle benim ortak bir yanımız var. Kitaptaki kediye esin kaynağı olan Kaju, kızımın ve arkadaşının kedisiydi. Kaju’yu tanımadan önce benim dünyamda da “hayvanlarla dost olmak” kavramı yoktu. Laf aramızda hayvanlara dokunamazdım bile. Bu dostluk, yalnız çocukları değil yetişkinleri de olumlu yönde değitirir/değiştirecektir. Kediler, kendilerini seven insanları hisseder ve sevgiye sevgiyle karşılık verir. Bu, insan ruhuna çok iyi gelen bir duygudur. Ebeveynlere çocuklarını bu sevgiden yoksun bırakmamalarını öneririm. 

A. Aydoğdu: Defne’nin dediği gibi “ Artık birlikte dans etmek gerekiyor.” (s.185) Yerlisiyle yabancısıyla, insanıyla hayvanıyla birlikte dans edebileceğimiz bir dünya diliyor ve sorularımı yanıtladığınız için teşekkür ediyorum.

S. M. Yüksel:Kuşkusuz bir yazar için kitabının doğru okunması çok önemlidir,  çok değerlidir. Ben de size teşekkür ediyorum. Emeğinize sağlık.

.

karnavaldergi.com‘da yayımlanmıştır.

.